“Yarım kalmış roman bir vicdan azabı gibi duruyor.”
A. Hamdi Tanpınar
 
 
Canistan, Yusuf Atılgan’ın bitiremediği, ölümünden sonra yayınlanan romanı. Aylak Adam ve Anayurt Oteli adlı romanlarını Hacırahmanlı’da yazan yazar, Canistan’ı ise 1976’da yerleştiği ve ölümüne kadar yaşadığı İstanbul’da yazdı. Bu romanı yazmakta zorlandığını, kimi zaman aylarca kalemi eline almadığını, dostlarına yazdığı mektuplardan ve söylediklerinden anlıyoruz.
Yusuf Atılgan İstanbul’a yerleştikten sonra, Hacırahmanlı’ya, yakın dostu Halil Şahan’a mektuplar yazdı. Bu mektuplardaki satır aralarında, romanın yazılış sürecine tanık oluyoruz.
Örneğin…
“Yazdığım roman da ağır ağır ilerliyor. Günde bir sayfa yazdığımda ‘iyi’ diyorum. Arada pek de gerekmeyen konuşmalar da yazıyorum ama bunlar bir çeşit hava verdiği için atmıyorum. Bitirince bir daha elden ve gözden geçireceğim.”
 
“Sevgili Halil Kardeş, bizimkiler bir haftadır Ankara’da oldukları halde gene de doğru dürüst yazamıyorum. Oysa onların yokluğunda romana daha iyi çalışacağımı sanıyorum. Bu isteksizlik geçer sanıyorum.”
 
“Ben gene çeviri işine başladığımdan roman çalışamıyorum bu ara.”
 
“İlk iki bölümün tamamlanmasına az kaldı.”
 
“Ben de iyiyim ama henüz düzenli ve verimli yazamadığım için sıkılıyorum. Yakında daha iyi bir havaya gireceğimi umuyorum.”
 
“Benim yazma tutukluğum hâlâ sürüyor; arada zorla yazdıklarımı da beğenmeyip atıyorum.”
 
Ölümünden altı ay kadar önce ise şöyle diyor mektubunda:
“Altı-yedi aydır elime kalem aldığım yok. ‘yazmayan yazar’ mı denir bana? Anlaşılan yazar falan değilim artık. Gene de Tanpınar’ın dediği gibi, ‘yarım kalmış roman bir vicdan azabı gibi duruyor.”
 
Romanla ilgili son notu ise şöyle:
“Tek üzüntüm hâlâ yazma havasına girememem. Kıvancım olmadan Kafka’nın ‘kışla düzeni’ dediği zoraki çalışma yöntemini de uygulamak istemiyorum. Neyse, bu da geçer sanıyorum.”
 
Yusuf Atılgan’ın zor yazdığını, bu yüzden az eser verdiğini biliyoruz. Yazarken de çok titiz. Anayurt Oteli’ni bir yılda, Aylak Adam’ı yedi ayda yazmıştı. O eserleri köy ortamında, İstanbul’a göre çok daha yalnız kalabildiği bir ortamda yazmıştı. Evlenip İstanbul’a yerleştikten sonra yayınevlerinde çeviri ve düzeltmenlik işleri yapıyordu. Ayrıca küçük yaşta çocuğu vardı. Çevresel etkiler onun çalışmasını etkilemiş anlaşılan. Ayrıca Canistan’ın kendisinin de onu zorladığını söyleyebiliriz.
Romanın adını ilk olarak “İşkence” olarak düşünmüştü. Daha 1970’li yıllarda yakın dostuna, “İşkenceyi yazmak istiyorum, ama dibe çökmesini bekliyorum” demişti. Demek ki bu roman kafasında uzun zamandır vardı.
Yusuf Atılgan, bu romanla bir üçlemeyi tamamlamayı düşünmüştü: Köy, kasaba, kent üçlemesi.
Anayurt Oteli bir kasaba romanıdır, Aylak Adam da bir kent romanı. Canistan da bir köy romanı olacaktı. Olmuştur da aslına bakarsanız. Roman hiç de yarım kalmış izlenimi vermemektedir. Rahatlıkla bitmiş bir roman olarak okunabilir. Buna değineceğiz.
Köy-kasaba-kent üçlemesi, yazarın eserlerinin eksenini oluşturur. Bodur Minareden Öte adıyla yayınlanan öykü kitabının ara başlıkları, “Kasabadan”, “Köyden” ve “Kentten” dir.
 
Canistan romanında, bir ağanın oğlu olan Tokuç Ali’yle, onların çiftliğine çocukluğunda yanaşma olarak girmiş Selim’in dostluklarının bir bakıma nasıl düşmanlığa dönüştüğü anlatılır. 14-15 yaşlarındaki Selim, arkadaşına bir sebepten kızar, kırılır ve çiftlikten ayrılır. Bu kızgınlık zamanla kine dönüşür. Yıllar sonra bu iki eski dost bir bağ damında karşılaşırlar. Selim eski arkadaşına işkence eder. Ali bunun sebebini anlayamaz. Bu işkence bölümü romanın açılış kısmıdır.
Romanı yazar dört bölüm tasarlamıştır: Duruşma, Yargıç, Tanık ve Sanık. Son bölümü yazamadan vefat etmiştir.
En kısa bölüm olan Duruşma bölümünde yıllar sonra karşılaşan iki dostun aralarında geçenleri izleriz. Yargıç bölümünde Selim’in çocuk yaşta çiftlikten ayrılışından kitabın başına kadarki hayatını öğreniriz. Ali’ye işkence ettikten sonra Saruhanlı’da Yunan karakolunu basan Selim (zaman Kurtuluş Savaşı dönemidir), birkaç Yunan askerini öldürüp kendini öldürtür. Bu en uzun bölümüdür romanın. Tanık bölümünde ise, Selim’in askerlikten arkadaşı ve bağ damındaki işkence bölümünde yanında olan Kadir’in, Selim’in ölümünden sonra yaşadıkları anlatılır.
Romanın bundan sonrasını nasıl sürdüreceğiyle ilgili yazar, ölümünden bir buçuk yıl önce Cumhuriyet gazetesine verdiği söyleşide şöyle anlatır:
“Roman burada kaldı, şimdi Ali’yi anlatacağım. Biraz da ‘bilinç akımı’ tekniğiyle onu eski yaşamına götüreceğim, insanın yeryüzünde yaşaması bir çeşit suç işlemekle, hayata karşı suç işlemekle sürüyor. Ya bir bitkiyi koparıyor ya da bir hayvanı öldürüyoruz. Burada suç işleme ‘tem’i var. Onun için zaten romanın bölümleri şöyle: Duruşma, Yargıç, Tanık, Sanık.”
 
Genelde kısa cümlelerle yazdığını bildiğimiz Yusuf Atılgan’ın Canistan romanı, uzun bir cümleyle başlıyor:
“1921 yılı 26 Haziran gecesi, Hacırahmanlı köyünün kuzeyinde Domuz Deresi’ndeki bağ damında Tokuç Ali minder üstünde uyuyakalan bir yaşındaki oğlunun üstüne bir çarşaf örterken damın önündeki tulumba yanında fener ışığında bulaşık yıkayan karısının bağırması ile elindeki çarşafı çocuğun üstüne düşürüp dışarı fırladığında, kapıdan çıkar çıkmaz ensesi ile karışık başına inen bir sopayla yüzü koyun yere kapaklandı.”
Kitabın daha başında Yusuf Atılgan’ın tarihlerle ilgili yaptığı küçük dokunuşlardan birini görüyoruz. Yusuf Atılgan 27 Haziran 1921’de doğmuştur. Roman, yazarın doğumundan bir gün önce başlar.
Romandaki olaylar, Manisa ve çevresindeki köy-kasabalarda, 1900’lü yılların başıyla Yunan işgalinin sürdüğü 1921 yılları arasında geçer. Dolayısıyla bu zaman dilimi içindeki kimi önemli siyasi ve toplumsal olaylar romanda yer bulur: 1908 II. Meşrutiyet, 1909- 31 Mart İsyanı, 1911-1912 Balkan Savaşları, 1914-1918 I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı… Bu olayların taşradaki insanların hayatına etkisi çok belirgin bir şekilde görülür. Yalnız hemen hiç biri tarihlerle verilip ayrıntılı anlatılmaz; metin didaktik bir yapıya bürünmez. Zaten romanlarındaki bu tarihsel olaylarla ilgili şöyle diyor yazar:
“Ben romanlarımda politik ya da toplumsal durumları böyle telmihlerle –(telmih: anlatılmak isteneni üstü kapalı bir biçimde söyleme, anıştırma)- geçiştiririm. Bunlar benim toplumsal olaylara bir dokundurmam gibidir.” 
Tabii Anayurt Oteli’ndekilere göre bu romanda dokundurmanın ötesinde, insanların yaşam şekillerine etkilerini de görürüz. Ayrıca bu dokundurmaları veya dönemin olaylarını belirtmek için bile ne kadar uzun araştırmalar yaptığını biliyoruz. Örneğin Canistan’ı yazış sürecinde Süleymaniye Kütüphanesi’nde epeyce araştırma yapıyor, İkinci Meşrutiyet yıllarıyla ilgili İkdam gazetesinin koleksiyonlarını inceliyor. Hacırahmanlı’ya geldiği bir gün annesi Avniye Hanım’a, 1908’de İttihat ve Terakki’nin yaptığı seçim ne gündü, diye soruyor. Belleği çok güçlü olan annesinin verdiği cevap da çok güzel:
“Cumartesi günüydü Yusuf. Anamla çamaşır yıkayacaktık, bahçeye kazan vurmuştuk; babam, ben rey atmaya gidiyorum, dedi.”
Romanın başında tanıdığımız Tokuç Ali’nin o zamana kadar ki yaşamını roman tamamlanamadığı için bilmiyoruz.
Selim ise, çocuk yaşta çiftlikten ayrıldıktan sonra Selimşahlar’a gidiyor, orada bir çiftlikte iş bulup bir süre çalışıyor. Sonra oradan da ayrılıp Manisa’ya geliyor. Manisa’da dul bir kadının bağında iş buluyor. Bir süre sonra o kadınla evleniyor. Kadın ölü doğan bebeğinin ardından kendi de ölünce Selim yalnız kalıyor. Topluma uyumlu bir yaşamdan derbeder bir yaşama geçiyor. Balkan Savaşları sırasında askeri eğitimden geçiyor. Dünya Savaşı sırasında cepheye giderken kaçıyor ve yeni tanıştığı Kadir’le kendi bağ evinde gizlenerek yaşıyor. Dünya Savaşı’ndan sonra Milli Mücadele başladığında, Yunan işgaline karşı arkadaşıyla birlikte direnişe katılıyor. Çocukluk arkadaşı Ali’yle bir bağ damında karşılaşması da bu sırada oluyor. Arkadaşından intikam almak isteyip ona işkence ettikten sonra, kendisi de daha önce değindiğimiz gibi Saruhanlı’daki Yunan karakoluna baskın düzenleyerek ölüyor.
Romanda bence öne çıkanlar şunlar:
Dostluk kavramı… Bu kavram çocukluktan yetişkinliğe değin hangi evrelerden geçer, insanın davranışlarını nasıl yönlendirir, iç dünyasında nelere sebep olur, romanda eğer son bölüm de yazılsaydı çok daha belirgin olarak görülecek şeyler.
İkincisi, özellikle kırsal alanda yaşayanların hayatında, ülkenin genel sorunlarının, siyasal dönüşümlerin nasıl yansıdığıyla ilgili. Bunu İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiğinin anlatıldığı bölümde çok net görebiliyoruz. Selim berbere gittiğinde Hürriyet’in ilan edildiğini öğreniyor (romanda meşrutiyetten Hürriyet olarak söz ediliyor). Öğretmen Nedim, Selim’e, “Sonunda Hürriyet ilân edildi işte” diyor, “Artık adalet, müsavat var; memlekette her şey iyiye gidecek.”
“…Selim’in yüreği çarpıyordu. Bundan sonra ne değişecekti acaba? Öğretmenin dediğine göre dört beş yılda bir mebuslar seçilip İstanbul’da toplanacaklar, halkın yararına kanunlar yapacaklarmış. Oysa Selim, Esma gibilerin yaşamında nasıl bir değişiklik olabilirdi? Belki üzümü daha pahalı satabilirlerdi.”
Yaptığım alıntı, siyasetin kırsal yaşama etkisini çok yalın anlatıyor.
Romanda ayrıca köy-kasaba yaşamı, insanların değer yargıları, gündelik hayatları çok gerçekçi anlatılmış.
Tabii Manisalı okurlar için, ayrı bir okuma tadı verdiği muhakkak. Hacırahmanlılı Ali ve Selim, Keçiliköylü Kadir, romanda sıklıkla adı anılan Saruhanlı, Horozköy, Muradiye, Kurşunlu Han, Selim’in kahveye çıktığı akşamlar gittiği Borsa Kıraaathanesi… Yaklaşık yüz yıl öncesinin Manisa’sından çok şey var romanda.
Canistan, tamamlanamamış ama bence yarım kalmamış bir roman…  
 
Kaynaklar:
1. Canistan, Yusuf Atılgan. YKY
2. Siz Rahat Yaşayasınız Diye, Yusuf Atılgan. Can Yayınları
3. Sevgili Halil Kardeş-Köye Mektuplar/Yusuf Atılgan. Edebi Şeyler Yayınevi

Engin Topuz'un Anayurt Oteli isimli köşe yazısı için tıklayın