Berber Hasan’a köyde “Cicim Hasan” diyorlar.
“Sana neden böyle diyorlar?” diye sordum.
“Kızların taktığı bir isim,” dedi, “güzelim, manasına…” Bıyık altından gülerek devam etti:
“Ben gençliğimde çok yakışıklıydım. Kızlar da beğeniyor tabii. Cicim, diyorlardı bana. Çok kız testi kırdı bu yüzden…”
Anlamaz bakışlarımı fark etti ki açıklama gereği hissetti:
“Çeşmeden su getiriyorlar kızlar testilerle… E o ara beni paylaşamıyorlar, ‘Cicim benim, hayır benim,’ diye itişiyorlar, testiler de kırılıyor tabii.” 

Yusuf Atılgan’ın İstanbul’a yerleştikten sonra bile tıraş olmak için köye kadar geldiği, vazgeçemediği berberi “Cicim” Hasan’ı çok merak etmiştim. Romanlarında alışkanlıkları eleştiren karakterleri işleyen yazarın, kendi hayatında yer eden bu insanı tanımak istedim. Onun adına ilk olarak Yusuf Atılgan’ın, köydeki öğretmen dostu Halil Şahan’a yazdığı mektupların yer aldığı kitapta, Halil Şahan’ın sunuş yazısında rastladım:
“…Bir de tıraş olmaya geldi, ölünceye dek Berber Hasan’dan vazgeçmedi. Yapıtlarında alışkanlıkları eleştiriyordu, ama bazı konularda onların tutsağıydı.”

Hacırahmanlı’ya çam ağaçlarının gölgelediği yoldan, akşamüstü girdim. Tren yolunu geçtikten sonra, arkadaşımın kullandığı arabayla sağa saptık, bir zamanlar yazlık sinema olan sağlık ocağı ve düğün salonunun olduğu yerden geçip Yusuf Atılgan’ın arkadaşlarıyla kurduğu Manisa’nın ilk spor kulübü Hacırahmanlı Gençlik Spor Kulübü’nün lokâlinin önünden geçtikten sonra Hacırahmanlı Eczanesi’nin önünde durduk. Eczacı Özcan Bey bizi karşıladı. Berber Hasan’ın yan taraftaki kahvede olduğunu, geleceğimizden kendisini haberdar ettiğini söyledi. Eczanede biraz sohbet ettikten sonra kahveye geçtik, Hasan Abi’yle (öyle sıcak karşıladı ki bizi, “bey” diyemeden, “amca” da onu çok yaşlı kılacağı için ilk cümlede “abi” demeye başladık) boş bir masaya oturduk. Yetmiş yaşına varmış olmasına rağmen, bedeni sağlıklı, zihni son derece açıktı. Gençliğinde çok yakışıklı olduğu belliydi. Gözleri aydınlık, sesi dost sıcaklığındaydı. Beyaz saçları özenle taranmıştı. Mavi çizgili gömleğinin cebine siyah bir kalem iliştirmişti. Elindeki sigara paketini ve çakmağı masaya koyup biz bir şey sormadan konuşmaya başladı:
“Makedon muhaciriyim ben. 1949 doğumluyum. 10 yaşındayken başladım berberliğe. Çıraklıkla tabii. Yusuf Abi’yi çok severdim. Çok dürüst, çok doğru bir adamdı…”
“Hasan Abi,” diyerek sözünü kestim. “Yusuf Atılgan’la ne zaman tanıştınız? Çıraklık yaparken mi?”
“Evet. Benim çırak olduğum dükkâna gelirdi. Sonra ben büyüdüm tabii, kendi dükkânımı açtım. O zaman benim kendi dükkânıma gelmeye başladı. Ölene dek de geldi.”
“Yusuf Atılgan 1976’da İstanbul’a yerleşti. 1989’da da vefat etti. Yani yıllarca tıraş olmaya, İstanbul’dan kalkıp size mi geldi?”
“Tabii. Hem de randevulu gelirdi. Akif var rahmetli, Akif Pehlivan deriz biz, Yusuf Abi’nin yakın arkadaşı, ona telefon ederdi önce, Akif Abi gelir bana söylerdi. İşte, misal, Çarşamba günü saat 2’de Yusuf gelecek, tıraş olacak.”
Sonra eliyle karşısını gösterdi:
“Bak şu karşıdaki berber dükkânını görüyor musun? Orası benim dükkân. Artık çalışmıyorum tabii, kalfama devrettim. O dükkânın adını bile Yusuf Abi koydu.”
Karşıya baktım; dükkânın tabelasını okudum: Özen Erkek Berberi.
“Bu oturduğumuz kahveyi de Arnavut Ekrem işletirdi. Yusuf Abi eğer lokâlde değilse, burada otururdu. Arnavut Ekrem’le atışırlardı.”
“Neden?”
“Futbol muhabbeti. Arnavut, Fenerliydi, Yusuf Abi Beşiktaşlı. O yüzden.”
“Biliyorum Beşiktaşlı olduğunu” dedim. “Hatta Hacırahmanlı Spor Kulübü’nün renkleri de o yüzden siyah-beyaz.”
Bir ses geldi yan taraftan:
“Vefa’yı da çok severdi.”
Baktım, masamızın yakınında oturan, kilolu, Berber Hasan’la aynı yaşlarda veya birkaç yaş küçük bir adam bizim sohbetimizi dinliyor; belli ki katılmak da istiyor. Masamıza davet ettik. Sohbetimiz daha koyu bir hâl aldı. Tanıştık. Mehmet Emin Abi de, Yusuf Atılgan’ı tanıyanlardan, yazarın ilgilendiği gençlerden. Araştırmalarımdan biliyorum ki, Yusuf Atılgan, köyde en çok gençlerle iyi anlaşır, onlarla sohbet eder, en çok onlarla vakit geçirirmiş. Mehmet Emin Abi’nin büyüdüğü ev, yazarın evine 250-300 metre uzaklıktaymış. Ortaokuldayken Yusuf Atılgan ona evinde ders çalıştırırmış.
“Nasıl bir öğretmendi?” diye sordum.
“Sabırlıydı,” dedi. Sonra gülerek devam etti:
“Ama bana sabredemedi. Dersle alakam yoktu çünkü. En sonunda ‘kafasız’ deyip kovaladı beni.
Hasan Abi araya girdi hemen:
“Kafasız, sözünü çok kullanırdı. Bir de şirret. Şirreti sevmediği insanlar için söylerdi.
“Ama çok iyi bir öğretmendi,” dedi Mehmet Emin; “Bu köyde bizim yaş ve üstü satranç bilen kim varsa o öğretmiştir. Çok iyi satranç oynardı.”

Gözlerimin önünde o yıllar canlandı. Aylak Adam’ı yazarak Türk edebiyatında önemli bir isim edinen Yusuf Atılgan, köyde yaşamaya devam ediyordu. Köy hayatını seviyordu. Sessizliğini, sakinliğini, yavaşlığını… “Gündelik yaşamım benim için her şeyden önemlidir. Bunun için yazarlığımı bile feda edebilirim” diyordu bir söyleşisinde. Tarladaki işlerinin dışında, Arnavut Ekrem’le şakalaşan, sonra karşıya geçip Hasan’da tıraş olan, oradan kısa bir yürüyüşle kurduğu spor kulübünün lokâline geçen, gençlerle oyun oynayan, sohbet eden bir yazar… Satranç oynayan, öğreten, köyün çocuklarına ders çalıştıran, köyde bir köylü gibi yaşayan, aydın bir kişilik… Tarlada ona yardım eden gençlere, evinde mangal yakıp yemek hazırlayan bir ağabey… Futbol oynadıktan sonra eve geçip James Joyce, Çehov okuyan, yazan bir insan... “Yaşamı yansılamak istiyorum, o yüzden yazıyorum” diyen, bu yüzden öykülerindeki, romanlarındaki birçok karakteri köydeki insanlardan esinlenerek yazan bir yazar…

Düşüncelerimi, Mehmet Emin’in anlattığı bir anekdot böldü. Yakın bir arkadaşı bir gün Yusuf Atılgan’a demiş ki:
“Anayurt Oteli’ni okudum, hiçbir şey anlamadım.” Yazar yanıt vermiş:
“Senin için yazmadım zaten!”
Mehmet Emin Abi, çocukluğuna, gençliğine gitmişti. Yusuf Atılgan’ın börülceyi çok sevdiğini, bir de kuru yufkadan yapılan böreği çok sevdiğini, Ramazan ayında, oruç akşamlarında ona bu börekten götürdüğünü anlattı. Sonra yine Hasan Abi aldı sözü:
“Bana hep bulmaca çözmemi öğütlerdi. Beni geliştirmeye çalışırdı. Bir gün dükkânda bulmaca çözüyorum, “şikâr” kelimesini soruyor, bulamadım. Koşarak lokâle gittim. Yusuf Abi’yi buldum, sordum. ‘Kafasız’ dedi, ‘sizde köpek yok mu?’ ‘Var’ dedim. ‘Onu nereye giderken yanında götürüyorsun?’ ‘Ava..’ ‘Ha işte, cevap, av,’ dedi. Sonra bana Yunus Emre’den şunu söyledi:
İlim ilim bilmektir 
İlim kendin bilmektir 
Sen kendini bilmezsin 
Ya nice okumaktır “
 
Bu anı çok şey anlatıyordu aslında. İlkokul mezunu bir köy berberinin, yıllar sonra Yunus Emre’nin dizelerini, anısını anlatırken, hiç teklemeden sıralayıvermesi, çok ama çok şey anlatıyordu. Sonra, Hasan Abi, kelimelerin üzerine basa basa, gözlerimin içine baka baka şöyle dedi Yusuf Atılgan için:
“Dürüst ve gerçeklerin peşinde olan bir insandı…”
Sonra ‘karınca duası’ anısını anlattı Hasan Abi:
“Bir gün dükkândayız. Duvardaki karınca duasına gözü takıldı. ‘At onu’ dedi. Şaşırdım, ‘neden’ dedim. ‘Yanlış yazmışlar, bir sürü hata yapmışlar. Ben sana doğrusunu yazar, getiririm’ dedi. Ertesi gün yazıp getirdi, astım duvara.”
Biz sohbete devam ederken, gelen telefonla Mehmet Emin Abi, kalktı, ‘gelirim belki, gitmemiş olursanız’, dedi. O sırada Hasan Abi, yazarın cömertliğinden, her gelişinde çırağa, kalfaya verdiği bahşişlerden söz ediyordu. Sonra durdu, o an aklına gelmiş gibi:
“Onun ağzından hiç küfür duymadım” dedi. “Şakacıydı, konuşkandı, ama sadece sevdiği insanlarla konuşurdu. Takılırdı sevdiklerine, ama şaka yollu bile olsun, hiç küfür duymadım ağzından.”
Arkadaşım Kadir fotoğrafımızı çekerken, özenle üstünü düzeltti, saçını, gömlek yakasını kontrol etti. Kendine özen gösterdiği belliydi. Yusuf Atılgan, dükkânının adını “Özen” koymakla çok isabetli bir iş yapmıştı.
“Haydi, bir de dükkânın önünde fotoğraf çekilelim,” diyerek kalktık kahveden, karşıya geçtik. Yürürken, hem bize, hem sanki geçmişine konuşuyordu:
“Atatürk’ü çok seven bir insandı. Ondan hep övgüyle bahsederdi.”

Fotoğraf çekiminden sonra dükkânın içine girdik. Dükkânın eski kalfası, yeni sahibi müşterileriyle ilgileniyordu. Hasan Abi:
“Eşyalar yeni tabii,” dedi. “O zamankiler değil. Yalnız bakın şu sandalye çok eskidir. 1965 yılından… Bakın, bakın, arkasında adımın baş harfleri var: H… K…”
 
Hasan Abi, bizimle olmaktan, sohbet etmekten çok mutlu görünüyordu. Bizi evine kahve içmeye davet etti. Ayrılmamız gerektiğini söyledik. “O zaman üzüm kesimine gelin,” dedi, “Usturayla kazandığım bağımı göstereyim size.” “İnşallah,” dedik. Çok teşekkür ettik. Arabaya binmek üzereyken motosikletiyle Mehmet Emin Abi geldi yanımıza. Ayaküstü konuşup onların fotoğrafını çekip ayrıldık.
Çam ağaçlarının arasında Hacırahmanlı’dan ayrılırken, Yunus Emre’nin sözlerini mırıldanıyordum:
İlim ilim bilmektir 
İlim kendin bilmektir…