“Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya”                    
                                   Gülten Akın
 
Asansörde birbirimizin yüzüne bakmamak için bakışlarımızı kabinin tavanına, kapısına, aynaya çeviren tuhaf davranışlı varlıklara dönüştük.
Asansöre tanımadığımız insanlarla girince tuhaf bir gerilim kaplıyor gövdemizi; gözlerimizi kat numaralarının yazılı olduğu bölüme sabitliyoruz. Her kat ışığı yanana kadar geçen saniyeler çok yavaş akıyor. Gideceğimiz katın ışığı yanıp kapı açılınca, belli belirsiz ve duygusuz bir “iyi günler” dileği dökülüyor dudaklarımızdan. Yanıt beklemeden atıyoruz kendimizi dışarı, kısa süreli hücre hayatımız sona eriyor.
Ne zaman “çok kişili” bir hücre asansöre binsem, kabinin içindeki insanların hemen başlarının üzerinde hayali konuşma balonları görmeye başlıyorum. Sonra o balonlarda hücre arkadaşlarımın iç sesleri belirmeye başlıyor:
“Bu asansör de ne kadar yavaş hareket ediyor.”
“Ne kötü koku bu!”
“Parfüm şişesini üzerine boca etmiş herhalde!”
“Bu kadar dip dibeyken de telefonu cebimden çıkaramam şimdi.”
“Öfff çok sıcak!”
“Kabinin tavanı da ne pismiş öyle.”
“İnerken merdiveni kullanayım.”
Birinin telefonu çaldığında ve konuşmaya başladığında asansör çok komik bir havaya bürünür. Herkesin gözleri yuvalarında hareket etmeye başlar. Kulaklarda bir titreşim hissederim. Başlar konuşana doğru hafif yana eğilir. Selam vermekten imtina ettiğimiz insanın özel hayatına kulak kesiliriz. Telefon konuşmasının içeriğine göre ya dudağımıza engel olamadığımız müstehzi bir gülümseme yerleşir, ya da hafiften kaşlarımızı çatarız. Telefon görüşmesi bitince gözler tekrar tavana, aynaya, kapıya odaklanır.
Asansörden ve binadan kendimizi dışarı atınca da bitmez çilemiz. Caddeden karşıya geçmek için duyarsızca önümüzden geçen arabaların birinden bir incelik bekleriz. Bir şoför duraklayıp da eliyle “geçiniz” işareti yaptığında karşıya geçen yayaya dikkat ediniz. Önce ilk adımı atmakta tereddüt eder. Gözü sürücüdedir. Sürücü ikinci kez “geçiniz” işareti yapar ve bu kez yaya karşıya koşarak geçer. İçinde bir yerlerde bu yapılan inceliğe hâlâ güvenememektedir!
Yaya olarak değil de bir sürücü olarak trafikte seyrediyorsak, en sevdiğimiz oyuncağımıza kavuşmuşuz demektir: Korna! Korna bizim için uyarı amaçlı, gerektiğinde kullandığımız bir araç olmaktan çıkar, bambaşka bir şeye dönüşür. Tanıdık birini görünce iki kısa dıt-dıt. Az görülen bir şey olsa da yol veren bir sürücüye teşekkür için tek bir dıt. Küfür etmek için çok uzun bir dııııııııııııııt… Tabii konvoydaysak, evlerinde oturan herkesi bundan haberdar etmek için fasılalı uzun dııııııtlar…
İş yerine gittiğimizde zoraki bir “günaydın” la güne başlarız. Elimizde genelde telefon vardır. Çevremizdeki insanların yüzlerindense sosyal medyadaki yüzler daha çok ilgimizi çeker.
Karşımızdakini dinlerken bir yandan da telefondaki bildirimlere göz atarız.
Markette kuyrukta beklerken yandaki kasa açıldığında hemen oraya seğirtmeye hazırlıklıyızdır.
Bankamatikte önümüzde işlem yapan kişinin hesap bilgilerini gözetleriz.
Sinemada film izlemeyi evimizdeki rahatlık ve konuşkanlıkla izlemekle bir tutarız.
Duygularımızı mimiklerimizle, gözlerimizle, konuşarak değil emojilerle anlatırız.
Metroya, asansöre, otobüse binerken içeridekilerin inmesini beklemeye sabrımız yoktur.
Sıra kapmayı marifet, işten kaytarmayı maharet sayarız.
Hiç birimizin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya.
Ağız dolusu, içten bir selamı çok görürüz.
Arabamızı şehir içinde bakanlar kuruluna yetişme telâşıyla kullanır, bankamatikte ülkenin dış borcunu ödeyecek kadar zaman harcarız.
Henüz bir ortaokul öğrencisiyken, sabah saatlerinde mahallemizdeki camiye doğru yürüyen yaşlı bir adam yolda yanımdan geçerken bana “selâmün aleyküm” dedi. Adama baktım, nereden tanıyorum diye düşündüm. Hiçbir yerden tanımadığıma emin olunca da neden beni tanımadığı halde bana selam verdiğini düşündüm. Yanıtı bulduktan sonra da hayatımda hep inceliklere dikkat ettim.
Bu yaşıma geldiğimde de Rimbaud’nun sözü geliyor aklıma:
“Hayatımı incelikler yüzünden yitirdim.”