Daha çocuktum… 10 yaşarında. Heveslenmiş, oruç tutmaya karar vermiştim. Hatta annemden ısrarla beni sahura kaldırmasını istemiştim. O gece annem mi beni kaldırdı ben mi gürültüye uyandım hatırlamıyorum. Ama kalkmış, sofradaki yerimi almıştım. Ramazan ayının geleneksel çöreğini yapmıştı annem. İçinde kavrulmuş tereyağlı un vardı. İnanılmaz lezzetliydi.
O sabah oruçtum evdeki herkes gibi… İlk saatlerde sorun yoktu. Öğlen saatlerinde acıkmaya başlamıştım. Ama asıl sorun susuzluktu. Evimizin önünde hortumdan akan suyu görünce serinlemek için suyla yüzümü yıkadım. Sonra ağzımı çalkaladım. Buz gibi su… Akşama kadar nasıl dayanacaktım? Sonrasını tahmin etmişsinizdir. Dayanamayıp kortumu dayadım ağzıma. Kana kana içtim. Böylece benim ilk oruç tutma deneyimim yarım gün sürmüştü.
Çocuktuk…
Deneyerek, yanılarak öğrenecektik hayatı.   
Çocukken ramazanın gelmesini sabırsızlıkla beklerdik. Çünkü ramazan demek bayram demekti. Bizim aklımız bayramdaydı. Ama büyüdükçe, gençleştikçe ramazanın o farklı havasını, birleştiriciliğini, bereketini sindirmeye başladık. Hani ‘rahmet ve bereket ayı’ deriz ya, gerçekten de öyle. Bunun inanan ve inanmayan herkes için dolaylı veya direkt geçerli olduğuna inanıyorum.
Ramazan, unutulan değerlimizi yeniden hatırlamamıza vesile olduğu için… Mesela iftar diye bir bahanemiz var. İftarlarla unuttuğumuz o davetler başlıyor tekrar. Kalabalık yemek sofralarında buluşuyoruz tıpkı eskiden olduğu gibi.  İftarımızı yaparken yapamayanları hatırlıyoruz. Onlara da bir şeyler gönderiyoruz.
Komşumuza…
Bazen yaptığımız yemekten belki de o güne kadar birkaç kez selamlaştığımız ama bir türlü kapısını çalmadığımız karşı komşumuza da ikram ediyoruz. Tabak bir gün sonra dolu dönüyor yine aynı nezaketle. Komşu komşunun külüne muhtaçmış. Apartmanlara inat bunu hatırlıyoruz.
İftar saatinde hızla boşalan sokaklar teravih vakti gelince hareketleniyor. Çocuklar sokaklara koşuyor. Çaylar demlenip, balkonlara, sokaklara çıkılır. Sonra sohbetler…
Sahura kadar süren bereket…
Ramazanı sabırsızlıkla bekleyen sadece çocuklar değildir. İhtiyaç sahipleri bu mübarek günlerin gelmesini hayal eder durur.  Ramazan ayında dev iftar sofralarında, hayır yemeklerinde bir ay boyunca karın tokluğu garantidir. İnanın bu, bazı ihtiyaç sahipleri için çok şey ifade eder.
İnsanlar ‘eski ramazanlar’ derken o samimiyeti, o içtenliği arıyor. Çünkü eskiden bir aradaydık, birlikteydik. O yüzden sadece ramazanlarda değil, her zaman muhabbetimiz, ilişkilerimiz sağlam, içten ve karşılıksızdı. Mahalle kültürü vardı. Komşuluk vardı. Şimdi herkes olmuş cambaz. Dostluğun,  insanlığın yerini başka detaylar doldurmuş. 
İnsanlıktan uzaklaşıyoruz…
İşte bu yüzden kıyısından köşesinden de olsa bana eskileri anımsattığı için seviyorum Ramazanı.  Bana ve çoğumuza samimiyeti, o unuttuğumuz değerleri hatırlattığı için…
Ne iyi ettin de geldin Ramazan.  
Sen de olmasan…