Çoğu evin tek katlı, yolların dar gönüllerin geniş olduğu…
Sokaklara açılan kapıların dostluğa, pencerelerin mutluluğa, doğan her yeni günün taze umutlara açıldığı...
Hemen her evin bahçesinden, penceresinden birbirinden güzel çiçeklerin, ağaçların sokaklara taştığı...
Kışın kış, yazın yaz, baharın bahar gibi doyasıya yaşandığı…
Bardacık yemişlerin, can eriklerin, çekirdeksiz üzümlerin sofraları süsleyip damakları tatlandırdığı...
Kapıların kilitlenmediği dışarıya sarkan bir ipin çekilip bırakılmasıyla açılıp kapandığı...
Bir yere gidince anahtarı kapının altına koyup komşuya, “Bir şey lazım olursa anahtar kapı eşiğinin
altında” diye haber verildiği...
Kimi evlerin bahçesindeki odun fırınında ev ekmeği pişirildiğ...
Kokusu gitmiştir diye fırından çıkan mis gibi sıcak ekmeğin hemen komşularla paylaşıldığı...
Ağaçlardaki meyveler olgunlaşınca toplanıp, tabak tabak komşulara dağıtıldığı...
Paranın az, bereketin, şükürün, paylaşımın çok olduğu o güzel yıllarda, unutamadığım iki şey var ki ne zaman aklıma gelse içim burkulur, derin bir hüzün duyarım.
Birincisi, soğuk kış gecelerinde sokak lambalarının soluk ışığında, gecenin karanlığını yırtar gibi taa uzaklardan gelen bir ses; “Boo...za...cıı..! Boo.. zaaa…”
Leblebi, tarçın ve boza üçlüsünün harika tadı, o zamanlar sanki bir başka güzeldi...
Bir de gecenin bir vakti derenin şırıltısına veya sokak köpeklerinin havlamasına uyanıp, korkuyla ürperip, uzaktan gelen gece bekçisinin uzun uzun çalan düdük sesiyle bir anda kendimi güvende hissedip yattığım yerde gerinip, diğer sokaktaki bekçinin düdük çalıp cevap vermesini duyunca huzurla uyumaktı...
O zamanlar gece bekçileri mahallelerde, sokaklarda huzurun, güvenin teminatıydı.
Her şey gibi eski Manisa gecelerinde çok güzeldi...