“Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında”
                       Ahmet Hamdi Tanpınar
 
 
Hâlâ kendini kaybettirmese de uzunca bir dönem etkisini gösteren bir soru vardı hayatımızda:
“Boş zamanlarınızda ne yapıyorsunuz?”
En az soru kadar beni öfkelendiren şey, sıkça verilen bir yanıttı:
“Kitap okuyorum.”
Öfkelenirdim, çünkü kitap okumak boş zamanda yapılacak bir eylem değildir. Üstelik bu zamanın boş olduğu anları da merak ediyorum doğrusu. Boş zamanımız var mı gerçekten? Zaman sahip olduğumuz, hükmedebildiğimiz bir şey midir? Boş zaman derken hiçbir şey yapmakla yükümlü olmadığımız zamanlardan bahsediyorsak eğer, böyle zamanlar kaldı mı? Zamanı geri alamıyoruz, ileri atamıyoruz, durduramıyoruz, Bergson’un tanımıyla “süre”nin içinde akıp gidiyoruz aslında. Dışına çıkamıyoruz, yakalayamıyoruz. “Zamanı yönetmeye”, “zamanı kontrol etmeye” çalışıyoruz. Sonra an geliyor, “hiçbir şeye yetişemiyoruz.”
Sonra da “boş” bir zamandan söz ediyoruz. Bizim kontrolümüz dışında akıp giden bir şeyde boşluk yaratabilir miyiz? Modern dünya, artık insana nefes alacak bir boşluk yaratmayacak şekilde hızlanmış ve bizi bu hıza mahkûm etmişken, boş zamanlarımız olacak ve biz bu zamanlarda kitap okuyacağız öyle mi? O halde hiç okuyamayız! Okumayı, banyo yapmak, beslenmek, uyumak gibi temel ihtiyaçlarımızdan biri gibi görmedikçe okuyamayız.
Hem edebiyatta zaman gerçek hayattaki gibi akmadığı için, romanın zamanı bizim günlük hayatımızdan farklı olduğu için ne “boş zaman” derdimiz olur okurken, ne “zamanı yakalama telâşı.”
Edebiyatı bu yüzden seviyorum. Zamanı bükebiliyor; kimi zaman daraltıp kimi zaman genişletebiliyor. Şimdi’yi okurken geçmişi gösterebiliyor, geçmişi anlatırken geleceği… Romanlarda zaman hem katmanlı, hem bitişik olabiliyor. Bir paragrafta on yılda olup bitenleri öğrenebilirken, an geliyor, beş yüz sayfalık bir romanda sadece bir günlük olayları izleyebiliyorsunuz.
James Joyce’un Ulysses, yirmi dört saat içinde geçen olayları anlatır. Kitabın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkmış çevirisi, önsözle birlikte 796 sayfadır.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanı da Mümtaz’ın sabah uyanmasıyla başlar ve aynı günün akşamı sona erer. Eğer yeterince “zamanınız” yoksa bu romanları “aynı gün” bitiremezsiniz.
Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak romanı da roman kahramanı Aysel’in bir otel odasında geçirdiği saatleri anlatır.
Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti romanında ise ana zaman dilimi bir buçuk saattir.
Edebiyatın büyüsü de burada ortaya çıkar. Sadece bir günü izlerken, romanda zaman geriye döner, ileriye gider, kahramanların düşüncelerini, iç konuşmalarını gösterir ve okur nesnel zamandan kopar, zamanın eğilip büküldüğü bir dünyada yolculuk eder.
Jean Paul Sartre’ın Akıl Çağı romanı üç günde geçen olayları anlatır, o da hacimli bir romandır.
Yine Orhan Pamuk’un Kar romanı, Şair Ka’nın Kars’ta geçirdiği üç günü anlatır.
Zamanı daraltan edebiyat aynı zaman da genişletir de…
Karamazov Kardeşler’de roman kahramanlarının evden çıkıp kiliseye gitmeleri yaklaşık yüz yirmi sayfa sürer.
Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanında, Saramago’nun Umut Tarlaları’nda, Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları’nda, Lawrence’ın Gökkuşağı romanında ailelerin birkaç kuşak hayatları anlatılır.
Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanını birkaç saatte bitirirsiniz ama o birkaç saatte romanda dört mevsim geçmiştir.
Juan Rulfo’nun Pedro Paramo’sunu okurken zamanın kaotik ve çok düzensiz bir şekilde aktığını görürsünüz. Bir paragraftan diğerine hem zaman hem mekân değişir.
Cortazar’ın Sek Sek adlı romanında sadece zaman içinde değil, sayfalar arasında da “sek sek” oynarsınız.
Sefiller romanında Jean Valjean’ın tüm yaşamını öğrenmek, okuma hızınıza göre en fazla birkaç gününüzü alır.
Bir de tabii, zamanın belirsiz olduğu romanlar vardır. Kafka’nın Dava romanı gibi. Ya da George Perec’in Kayboluş romanında olduğu gibi sadece olayların değil zamanın içinde de kaybolursunuz.
Bu liste uzayıp gider. Nereden nereye geldim… Boş zaman kavramının anlamsızlığından dem vururken yine kitapların içinde buldum kendimi.
Velhasıl dostlar…
Boş zaman yoktur, boş insan vardır.