Ölümünün ardından Vedat Türkali’ye saygıyla...

25 yıl kadar önceydi. Belki biraz daha fazla. Lise yıllarında okuma dünyasının her kapısını açıp kapadığım, bazı odalarına hevesle girip kendimi kaptırdığım, bazılarından ise girer girmez çıktığım, kendime hem sahici, hem büyüleyici, hem de öğretici edebiyat odaları aradığım yıllar... Kadim dostum Naime bana bir kitap verdi: Bir Gün Tek Başına...

Romanı bitirir bitirmez, romanın son cümlesi gibi benim hayatımda da “güneş bulutlara girip çıkıyordu.” Beni romanda sarsan ilk şey duru dili ve özgün anlatım tarzıydı. Kenan ve Günsel, birer roman karakterleri olmanın ötesinde aynı kentte yaşayıp tanıdığım insanlar gibiydiler. Aralarındaki aşkın anlatımı beni çok etkilemişti. Ayrıca romanın ışık tuttuğu dönem 27 Mayıs 1960’ın hemen bir kaç ay öncesiydi ve o devrin olayları kitabı okuduktan sonra daha bir merakımı ve ilgimi çekmişti.

Dediğim gibi romanı bitirir bitirmez “güneşin bulutlara girip çıktığı” hayatımda yeni bir sayfa açılmıştı artık. Edebiyat bir insanı nasıl büyüler, bir okur için bir kitap ne derece etkili olur, romanı bitirdiğimde anlamıştım ve hemen tekrar okumuştum. Geçen yıllar içinde bu romanı bir kaç defa daha okudum. Kişinin sevdiği bir romanı farklı yaşlarında okuması edebiyat okuru açısından dünyanın en keyifli şeylerinden biridir.

“En iyi kitap hangisidir?” sorusuna hep aynı yanıtı veririm: “En iyi kitap sizi başka bir kitaba götürendir.” Bir Gün Tek Başına’yı okuduktan sonra Naime bana “Asıl Mavi Karanlık’ı okumalısın” demişti, hemen onu da su içer gibi okumuştum. Müthişti. Hikâye Bodrum’da geçiyordu ve bu kez 12 Eylül Dönemi’nde bir grup insanın yaşadıkları anlatılıyordu. Bu kez daha iyi anlamıştım, yazarın bende bu kadar etki yaratmasının nedeni anlatım şekliydi, olayları anlatırken insanların karakterlerin yalnızca yaşadıklarını ve düşüncelerini değil duygularını da doğrudan kitabın satırlarından okurun beynine, kalbine nakşedebilmesindeki özgün becerisiydi. Mavi Karanlık’ı da yıllar sonra bu kez Bodrum’da okumuş, romanda adı geçen mekanları bulmaya çalışmış, örneğin hala açık olan lokantayı bulmuş, oturup orada yemek yemiştim.

Bu yazar Türk edebiyatında artık benim için en önemli romancıydı. Aradan bunca yıl geçti, belki binlerce kitap okudum, Türk edebiyatında görüş belirtemeyeceğim yazar yok diyebilirim ve hala aynı şeyi düşünüyorum: Vedat Türkali Türk romanının en özel yazarlarından biridir, benim için birincisidir. Hayatta bir okur olarak en çok istediğim şeylerden biri sevdiğim yazarları, örneğin Dostoyevski’yi, Kafka’yı, Hugo’yu, Hemingway’i, Zweig’ı ana dillerinden okuyabilmek olmuştur. İşte Türk okuru için Vedat Türkali’yi, Yaşar Kemal’i, Yusuf Atılgan’ı, Sabahattin Ali’yi, Orhan Veli’yi ve daha nicelerini kendi ana dilimizle, onların satırlara döktüğü dille okumak kadar büyük bir zenginlik yoktur.

Mavi Karanlık’tan sonra diğer romanlarını da okudum elbette. Yeşilçam Dedikleri Türkiye, Tek Kişilik Ölüm, Kayıp Romanlar, Yalancı Tanıklar Kahvesi, Bitti Bitti Bitmedi...

İki ciltten oluşan Güven romanı bence Vedat Türkali’nin baş yapıtıdır. Romandaki baş karakterlerden biri olan Turgut’u, en sevdiğim yazarlardan ve hemşerim de olması nedeniyle ayrı bir yakınlık duyduğum Yusuf Atılgan’ı düşünerek yazdığını öğrenince ayrı bir sevinmiştim. Sonra öğrenmiştim ki Yusuf Atılgan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki öğrencilik yıllarında Vedat Türkali’yle dost olmuştu. Yusuf Atılgan’dan sekiz yaş büyük olan Vedat Türkali, Yusuf Atılgan’ı romanında yer verecek kadar çok sevmiş, ona bir bakıma ağabeylik yapmıştı. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanını ise sevmemişti Türkali. Bunu karşılaştıklarında kendisine de söylemişti, toplumculuktan uzak, bireyci olmakla eleştirmişti Aylak Adam’ı.

Vedat Türkali’nin romanları bir bütünün parçalarıdır aslında. Her bir romanı Cumhuriyet tarihimizin ayrı bir döneminde geçer. Güven’de 1940’lı yılları, Bir Gün Tek Başına’da 27 Mayıs öncesini, Mavi Karanlık’ta 12 Eylül’e giden süreci, Tek Kişilik Ölüm’de 12 Eylül’ün hemen sonrasını, Yeşilçam Dedikleri Türkiye’de ülkemizin kültürel yapısını anlatır. Sahip olduğu dünya görüşündeki insanların bakış açılarını ve söylemlerini de sertçe eleştirir, diğer görüşleri de... Yeri geldiğinde öz eleştiri de yapar. Onun romanlarının tamamını okumak, bir edebiyat zenginliğinin büyüleyici dünyasına dalmak kadar, ülkemizin yaşadığı sancılı değişimlerin ve dönüşümlerin çekilen bir fotoğrafına bakmaktır. Bunu edebiyatla yaptığı için de resim hoşunuza gitmese de saygı duyarsınız. Picasso’nun resimlerini beğenmeseniz de onun ressamlığına şapka çıkarmak gibi bir şeydir bu...

Vedat Türkali’nin bana bulaştırdığı en önemli şey, yazma isteğidir. Kafama doluşan bir dolu düşünceyi, duyguyu, hikâyeyi edebiyat yoluyla anlatma çabasıdır. O 90 yaşında yeni romanını çıkarırken ben yazma konusundaki tembelliğimden utanmışımdır.

Bugün, onun öldüğü gün , benim imza etkinliğim var İzmir Fuarı’nda. Fuarın onur konuğu olan Manisa’nın standında bir kaç önce yayınlanan Edebiyatın Haziran Mezarlığı kitabımı imzalayacağım. Masada benim kitaplarımın yanında, bana yazma tutkusunu bulaştıran yazarın kitabı da olacak: Bir Gün Tek Başına...

Henüz bir Vedat Türkali romanı okumadıysanız, hemen bir tane edinmenizi öneririm. Çünkü kanımca, onun romanlarından herhangi birini okumamış okur, eksik okurdur...