Aşk üzerine yazılmamış bir şey kaldı mı acaba? 
İnsanlar yazı yazmaya başladığından beri geçen binlerce yılda bu konuda tüm kelimeler tüketilmedi mi?
Binlerce roman, milyonlarca dize yazıldı, sayısız film çekildi, şarkılar bestelendi; tükenmedi mi söylenecek şeyler?
Yârin dudağından kirpiklerine, gözlerinin okyanus derinliğinden saçlarının rengine, üzerinde kalem oynatılmamış şey kaldı mı?
Aşk kimi zaman “fikrimin ince gülü” oldu, kimi zaman “yokluğun cehennemin öbür adıdır.”
Ya “işte gidiyorum çeşmi siyahım” diye dile geldi duygular, ya da zaten “kavuşmak hayal oldu.”
“Bir yangının külünü yeniden yakıp” giderken sevdalımız, bizim için söyledi âşıklar: “Bilmem ağlasam mı ağlamasam mı…”

Oysa “sevgi neydi, sevgi emekti…”
Selahattin Pınar’ın Afife Jale için verdiği gibi emekti… Piraye’nin Nazım için verdiği gibi…
Elizabeth Charlotte Altmann, büyük aşkı Stefan Zweig’la ölüme gitti. Şarkılardaki, filmlerdeki aşk uğruna ölmek değildi onunki; gerçekti.
Genç Werther’den daha büyük aşk acısı çeken oldu mu bugüne değin?
Cemil Meriç’in Lamia’ya yazdığı mektupların üstüne çıkılabilir mi artık?
“Ben gene sana vurgunum” mu daha güzel anlatıyor aşkı, “en son sana vuruldum” mu?
Tarihin ilk romanı Dafnis ve Hloi’nin bir aşk hikâyesini anlatması tesadüf mü?
Dante’yi Dante yapan Beatrice ve ona duyduğu aşk değil mi?

En büyük cinayetler aşk yüzünden işlendi, en güzel şiirler aşk için yazıldı. En unutulmaz terk edişler aşk için olanlardı. Çünkü “ayrılık sevdaya dahil”di. 
Aşk uğruna “prangalar eskitildi”, giyotinlerin altında can verildi.
Doğadaki her şey aşk sanatının emrine verildi; güller, bülbüller, yıldızlar, mehtap, kuşlar, çiçekler, dağlar, denizler… “Benim gönlüm sarhoştur yıldızların altında…”
Napolyon, Josephine’in aşkından sarhoş olmuştu, Josephine koca imparatoru kendine kul köle etmişti. Napolyon mektubunda Josephine’e “bir milyon öpücüğü kabul et; ama sen bana öpücük verme sakın, çünkü kanımı kavuruyor...” diyordu.
Atatürk ise aşk için kul köle olmayı reddetmiş ve savaş meydanlarında hiç çekmediği beyaz bayrağı evliliğinde çekmişti:
“Hayatımda yaptığım hatalardan biri de evlenmektir. Ordular yönettim, meclisler yönettim, ama bir kadını yönetemiyorum.”
Kafka hasta yatağında Milena’ya mektup yazmadan duramıyordu.
Aşk ne devlet adamı, ne komutan dinliyordu; ne sanatçı kaçabiliyordu aşktan ne de bilim adamı.
Albert Einstein, bir yandan evrenin sırlarını çözmeye çalışırken bir yandan büyük aşkı Mileva’ya mektup yazıyordu:
“Sevgili cadımdan bir mektup almayı çok istiyorum. Sana nasıl deli gibi âşık olduğumu şimdi anlıyorum.”

Dostoyevski, stenografına âşık olup evlenirken, seksen yaşının üstündeki Tolstoy, bir sabah ansızın karısını terk ediyordu.
Beethoven kendisini terk eden sevgilisi için Ay Işığı Sonatı’nı yazdı.
Sanat hep aşktan beslendi.
Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın yazarı Salinger’ın Charlie Chaplin’den nefret etmesinin nedeni aşk acısıdır. Çünkü 17 yaşındaki sevgilisi kendisi askerdeyken onu terk etmiş ve Chaplin’le evlenmiştir.
Aşık olduğu kadının kız kardeşiyle evlenen Mozart, nikâhında ağlamıştı.
Cengiz Han, çocukluk aşkı ve ilk karısı Börte kaçırılınca dünyayı fethetme kararı aldı ve dönemin dünya nüfusunun yüzde 11’ini öldürdü.

Bazen bir nikâh masasında gözyaşlarıyla belirdi aşk, bazen kılıçların ucunda… Bazen bir film afişinde, bazen aruz vezninde…
““Efendimsin cihanda i’tibârım varsa sendendir.
Miyân-ı âşıkânda iştihârım varsa sendendir” (Şeyh Galib)

Savaş meydanlarından yazılan mektuplar, sarayda kâğıda dökülen dizeler, piyanoda müziğe dönüşen aşklar…
Günümüzde de farklı mı?
Facebook, reddedilmiş bir aşka duyulan öfke yüzünden kurulmadı mı?
Aşk… Aşk nedir peki?
Belki de şudur, ne dersiniz:

İkinci Dünya Savaşı öncesinde ABD’de yaşayan bir genç adam, bir gün kütüphaneye gider. Kütüphanede bir kitap dikkatini çeker. Kitap kütüphaneye hediye edilmiştir. İçinde yazılar, sayfa kenarlarına düşülen notlar vardır. Genç adam, kitabın içindeki isimden yola çıkarak kitabın sahibinin adresine ulaşır. Kitabın sahibi bir kadındır. Mektuplaşmaya başlarlar. Mektuplaşmalar giderek önce dostluğa sonra aşka dönüşür. Yüz yüze görüşme kararı alırlar ki, o sırada savaş çıkar ve genç adam orduya katılır. Askerdeyken de mektuplaşmaya devam ederler. Adam bir mektubunda kadından fotoğrafını ister. Kadın göndermez. Der ki mektubunda; “Bizim aşkımız bu denli derinken fotoğrafa gerek yok. Sen dönünce görüşürüz.” 
Savaş biter, adam askerden döner. Artık görüşebileceklerdir. Bir tren istasyonunda buluşacaklar, istasyonun restoranında yemek yiyeceklerdir. 
Adam mektubunda birbirlerini nasıl tanıyacaklarını sorar. Kadın der ki; “Sen elinde benim kütüphaneye armağan ettiğim kitapla gel. Benim de elimde kırmızı bir gül olacak, üstümde de yeşil bir elbise.”
Büyük gün gelir. Adam istasyona gider ve elinde kitapla ayakta beklemeye başlar. Elinde kırmızı bir gülle gelen giden yoktur. Bir süre sonra uzaktan bir kadın ona doğru bakarak yürümeye başlar. Göz alıcıdır. Üzerinde yeşil bir elbise vardır. Gözlerini adamdan ayırmamaktadır. Kadın adamın karşısına gelince durur. Göz kamaştırıcı bir güzelliği vardır. Adam o sırada fark eder ki, kadının elinde gül yoktur!
Tam o sırada adam arkadan koluna dokunulduğunu hisseder, dönüp bakar. Çok yaşlı bir kadın, elinde kırmızı bir gülle ona bakmaktadır. Adam şaşkına döner. Ne yapacağını bilemez.
Yeşil elbiseli kadın adama; “Bana eşlik eder misiniz bayım?” der. 
Genç adam bir an düşünür. “Bu güzel kadınla gidersem belki de hayatımın en güzel yıllarını yaşayacağım. Ama mektuplaştığım güzel bir ruhu inciteceğim.”
Yeşil elbiseli kadına “Hayır, gelmiyorum” der genç adam, kadın yürüyerek uzaklaşır; adam yaşlı kadına döner, “Benimle yemek yer misiniz?” diye sorar.
Yaşlı kadının yüzünde şaşkınlık egemendir. Şöyle yanıt verir:
“Burada neler döndüğünü bilemiyorum genç adam! Şu giden yeşil elbiseli kadın bu çiçeği elime tutuşturdu ve beni yemeğe davet edersen seni restoranda beklediğini söylememi istedi.”